Bilim
Evrende Yalnız mıyız?
Uçsuz bucaksız büyüklükte olan evrende gerçekten yalnız olabilir miyiz? Bizden başka canlılar evrenin bir yerlerinde yaşıyor olabilir mi? İnsanlığın cevabını en çok merak ettiği bu sorular üzerine bir yazı.
İnsanoğlu, tarih boyunca evrenin derinliklerindeki sırları keşfetme arayışında olmuştur. Bu arayışın bir parçası olarak, “Evrende yalnız mıyız?” sorusu sıklıkla ortaya atılmış ve insanların hayal güçlerini beslemiştir. Bu evrensel soru, insanın yerini ve önemini sorgulayan derin bir düşünceyi içinde barındırır. Ancak, bu sorunun yanıtını net bir şekilde vermek her zaman kolay olmamıştır.
Evrenin büyüklüğü ve karmaşıklığı, “Evrende yalnız mıyız?” sorusunun gizemini artırır. Gözlemlenebilir evren, sonsuz sayıda yıldız, galaksi ve gök cismini içerir. Milyarlarca galaksi, milyarlarca yıldız ve gezegenle dolu bu genişliği düşündüğümüzde, insanın küçük varlığının evrende yalnız olduğu düşüncesi kendiliğinden akla gelebilir. Ancak, bu düşünceye kapılmadan önce, daha derinlemesine bir inceleme yapmak ve farklı perspektifleri değerlendirmek gerek.
Neil Degrasse Tyson’ın bu soruya verdiği cevap şöyle:
“Yerde bir solucan var. yanından geçip gidiyorsun. Solucan senin kendini akıllı olarak değerlendirdiğini biliyor mu? Solucan senin aklın hakkında herhangi bir fikre sahip değil. çünkü sen solucandan çok daha akıllısın. İşte bu sebeple solucan, kendisinden daha akıllı bir şeyin yanından geçtiğinin farkında değil.”
Konunun biraz daha anlaşılır olması için önce evrenin büyüklüğüne dair bazı örnekler verelim. Işık hızı “saniyede” dünyayı 7 kez turlayacak kadar hızlı ve böyle bir hızla dünyadan güneşe hareket etseniz 8 dakikada varırsınız. Bizim galaksimizden ışık hızıyla çıkmak istesek 200 bin yıl sürecek. Yani kendi mahallemizin dışına çıkmamız bile bilinen en hızlı yolculukla bütün insanlık tarihinden daha uzun sürecek, ilk insan ışık hızıyla yola çıkmış olsa hala yolda olacaktı. Öyle bir büyüklük.
Farklı galaksilerde farklı yaşam formları olduğunu varsaysak dahi hiçbir “medeniyet” birbirini ziyaret edecek güce/teknolojiye hiçbir zaman sahip olamamış olabilir; evrenin yaşı, dünyanın yaşı göz önüne alınırsa bugüne kadar herhangi bir etkileşim olmadığını düşünerek hiç olamayacak da olabilir. Bunun sağlanabilmesi için ışık hızını defalarca katlayacak kadar aşan bir teknoloji bulunmalı. Ne yazık ki buna sahip olan bir yaşam formu sanırım hiç olmadı. Ya da oldu, ama henüz bizi bulamadılar.
Evrende yalnız olma fikri, hem heyecan verici hem de korkutucu olabilir. Bir yandan, farklı medeniyetlerle etkileşim kurma ve yeni bilgileri paylaşma olasılığı büyüleyici bir düşüncedir. Diğer yandan, yalnız olma hissi, insanın önemini ve yerini sorgulamasına neden olabilir. Ancak, evrende yalnız olup olmadığımızı kesin bir şekilde belirlemek için daha fazla bilgi ve gözlem yapmamız gerekmektedir.
Gelişen teknoloji ve gözlem yetenekleri, gelecekte bu soruya daha yakından cevap bulma şansımızı artırabilir. Uzay araştırmaları ve uzay teleskopları, daha derinlere ve daha uzaklara bakma imkanı sağlayarak evrende başka yaşam formlarını keşfetme olasılığını artırabilir. Belki de bir gün, uzayda başka medeniyetlerin varlığını doğrulayan kanıtlar bulabiliriz. Ancak, şu anda elimizdeki verilere dayanarak, evrende yalnız olma ihtimalini göz ardı etmemiz gerekmektedir.
Evrende Yalnız Olma İhtimalimiz Yüzde Kaç?
%0,001’den daha az, ama var. Herhangi bir gezegende canlılığın oluşabilmesi için hem dış etkenler hem de iç etkenlerin uygun durumda olması gerek. Örneğin gezegenin yakınında karadelik ve süpernova gibi yaşamı elverişsiz kılacak nedenler olmamalı. Ya da gezegen boyu uygun olmalı (küçük boyutlardaki bir gezegen, atmosferi oluşturamaz. Bu nedenle, yüzey sıcaklığı çok değişkenlik gösterir uzun süre var olacak okyanusların oluşması imkânsız olur.)
Tüm bu etkenler dahilinde evrenin sonsuz büyüklüğünü düşündüğümüzde dünyamız gibi başka gezegenlerde de yaşam için uygun koşulların oluşması oldukça yüksek bir ihtimal.
Bilim
Neden Kaşımız Var?
Kaşlar, insan yüzünün İsviçre çakısı gibidir. Bilim insanları, insanların vücut tüylerinin çoğunu kaybetmelerine rağmen, kaşların birkaç önemli amaca hizmet ettiğini düşünüyor.
İlk olarak, gözlerinizi korurlar. Kaş çıkıntısının şekli ve dışa doğru uzayan kaş tüyleri teri, yağmuru ve nemi gözlerden uzaklaştırarak net görmenizi sağlar. Aynı zamanda tozu yakalayabilir veya gözleri güneş parlamasından koruyabilirler.
İkinci neden ise, sözsüz iletişim için vazgeçilmezi olmalarıdır. Yüz ifadelerini inceleyen bilim insanları, kaşların mutluluğu, şaşkınlığı ve öfkeyi ifade etmek için önemli olduğunu söylüyor; bu işlevi insan atalarımızın da kullanmış olabileceği düşünülüyor.
2018 yılında araştırmacılar, Homo neanderthal ve Homo erectus’un kaş çıkıntılarının bizimkine göre çok daha belirgin olduğunu farkettiler ve bunun ısırık güçlerini karşılamakla ilgili olduğu hipotezini ortaya sundular. Ancak eski bir homininin 3D bilgisayar modelini manipüle ettiklerinde, ısırma basıncı ile büyük kaşlar arasında bir bağlantı olmadığını ortaya çıkardı. Araştırmacılar, daha olası nedenin sosyal iletişim olduğunu düşündüler.
Binlerce yıl boyunca, kaşlarımız daha küçük, daha esnek ve sözsüz iletişim için daha kullanışlı hale evrimleşmiştir. Örneğin, bugün işaret dili kullanan insanlar, el işaretlerini tamamlamak için kaşlarını kullanırlar.
Üçüncü neden ise, kaşlar bir kimlik kartı gibi işlev görür. Kaşlar alından belirgin bir şekilde ayrılır, uzaktan net bir şekilde görülebilir ve zaman içinde çok fazla değişmezler – bu da onları insanları tanımak için mükemmel kılar. 2003 yılında MIT’de yapılan bir araştırmada, katılımcılara Richard Nixon’ın gözleri Photoshop ile çıkarılmış bir resmi ve ikinci resim olarak kaşları silinmiş bir resim gösterildi. Katılımcılar kaşları silinmiş Nixon ve diğer ünlüleri tanıma konusunda büyük ölçüde zorluk yaşadılar.
Sonuç olarak, kaşlar neden var sorusuna şöyle cevap verebiliriz: Kaşlar, gözleri korumanın yanı sıra, sözsüz iletişim için önemli bir rol oynarlar. Ayrıca, insanları tanımak için kullanışlı bir kimlik işareti olarak da hizmet ederler. Binlerce yıl süren evrim sürecinde, kaşlarımız daha küçük, daha esnek ve el işaretlerini tamamlamak için kullanışlı hale gelmiştir. Kaşlar, yüzde dikkat çeken bir özellik olarak öne çıkar ve zamanla çok az değişiklik gösterir, bu da onları insanları tanımak için ideal hale getirir. Kaşlar, insanların mutluluk, şaşkınlık ve öfke gibi duygularını ifade etmelerine yardımcı olur. Ayrıca, antik insanların sosyal iletişim aracı olarak da kullanılmış olabilirler.
Bilim
Kediler Bir Şeyin Kokusunu Aldıktan Sonra Neden Ağızlarını Açık Bırakırlar?
Kediler garip bir koku aldığında, ağzını uzun bir süre açık tutabilir. Buna Flehmen tepkisi denir ve aynı zamanda “korkulu yüz” olarak da bilinir. Kedi uzmanı Hannah Shaw’un Instagram’da yazdığı gibi, bu bir kedinin tanıdık olmayan ve ilginç bir kokuyu analiz etme şeklidir. Flehmen tepkisi, kokunun ağzın üst kısmındaki kusma-burun organına yolculuk etmesine izin verir.” Kusma-burun organı -aynı zamanda Jacobson organı olarak da adlandırılır- memelilerin, amfibilerin ve sürüngenlerin koku alma sisteminde bulunan bir duyu hücreleri bölgesidir.
Kedi yüzünü garip bir ifadeye bükse de, aslında sadece üst dudağını geri çekiyor. Kedi, tanımadığı kokuyu daha iyi anlamak ve solumak için havayı kusma-burun (Jacobson) bölgesine çeker ve filtreleme işlemi yapar. Bunuda burnuyla değil, ağzıyla yapar. Bilim insanları, kusma-burun organından geçen duyusal bilginin, koku alma ve tat alma duyusu arasında bir yerde olduğunu düşünmektedir. Köpeklerin de bu reseptörlere sahip olduğu, ancak bir köpek sadece dokuz tür reseptöre sahipken ortalama bir kedinin 30 tür reseptöre sahip olduğu bilinmektedir. Aslanlar ve kaplanlar gibi büyük kedigiller, atlar ve kirpiler gibi diğer hayvanlar da flehmen tepkisini sergiler.
Bazı bilim adamları kusma-burun organındaki duyusal bilginin de bir duyu sayılabileceğini savunuyor.
Flehmen tepkisine benzer şekilde, kediler blep adı verilen bir davranışta sergileyebilirler. Bu dilin dışarda kalması ve şapşal şapşal etrafına bakmaları durumuna denir.
Burada, kedi çevresini “kokluyor” ve feromonları topluyor, bu feromonlar kusma-burun organına iletiliyor. Flehmen tepkisi gibi aptalca ve sevimli görünebilir, ancak kediler bunu bir nedenle yaparlar. Kokuları analiz edip bir takım çıkarımlarda bulunmak.
Erkek kediler, dişilere göre daha fazla bu ifadeyi sergileme eğilimindedir, ancak dişi kediler yavrularının izini sürmek için bu yöntemi kullanır. Veteriner Sasha Gibbons, “Erkek kediler, çiftleşmeyle ilişkili olarak flehmen tepkisini kullanır. Kokular, uyumluluğu ve doğru zamanlamayı belirlemeye yardımcı olabilir” dedi. Kısırlaştırılmış erkek kediler, çiftleşmeyi düşünmeden bile flehmen tepkisini sergiledikleri bilinmektedir.
Bilim
Bitkiler Yaşlılıktan Ölebilir mi?
Ev bitkisi kuruduğunda veya öldüğünde, genellikle ev sahibi suçlanır. Aşırı sulama, yetersiz sulama ve yetersiz güneş ışığı gibi yaygın faktörler, bitkinizin kötü görünmesine neden olabilir. Ancak ev bitkinizi yıllarca canlı tuttuktan sonra aniden sağlık durumunda bir anormallik fark ederseniz, kendinize şu soruyu sorabilirsiniz: Bitkiler yaşlılık nedeniyle ölebilir mi?
Canlıların bir son kullanma tarihi vardır ve bitkiler bundan muaf değildir. Mükemmel bir ortamda sürekli ilgi görseler ve yetiştirilseler bile, nihayetinde doğal nedenlerden dolayı solgunlaşır ve ölürler. Ancak bitkilerin bu noktaya ulaşması hayvanlardan çok daha uzun zaman alır.
Evcil hayvanınızın aksine, bitkiniz belli bir yaşa ulaştığında büyümeyi durdurmaz. Ev bitkileri, ideal koşullar altında büyümeye ve olgunlaşmaya devam ederler, bu da “belirsiz büyüme” olarak adlandırılır.
Türüne bağlı olarak, bu süre onlarca yıl hatta bazı durumlarda yüzyıllarca devam edebilir. Dünyadaki en eski saksı bitkisi, 1775 yılında dikilen dikenli bir Zamia bitkisidir. Doğada yetişen bitkiler ise daha da uzun süre yaşayabilir, örneğin Kaliforniya’daki 4850 yaşındaki kozalaklı çam ağacı Methuselah. Yıllık bitkiler ise bu trendin bir istisnasıdır; sadece bir yıl sonra ömrü sona eren katı bir ömre sahiptirler.
Ne kadar sevgiyle bakılırsa bakılsın, bitkiler zamanla yaşlanmaya başlar. Yıllarca gelişim gösterdikten sonra hücreleri yenilenemez hale gelir, bu da suyu tutma yeteneklerinin azalmasına, yaprakların solması ve nihayetinde ölüme yol açar. Ancak yaşlılıktan ölen çok az ev bitkisi vardır. Büyük çoğunluğu yanlış bakım, zararlılar ve hastalıklar gibi nedenlerle ölür.
Ev bitkinizin sağlık durumunun iyi olmadığını fark ederseniz ve bitkiye on yıldan daha kısa bir süre sahipseniz, bunun nedeni muhtemelen yaşlılık değildir. Bitkiler sürekli büyüdükleri için ömür boyu daha büyük saksılara aktarılmaları gerekir. Eğer bir bitkiyi birkaç yıldır aynı saksıda tuttuysanız, bitkinizin saksısınız değiştirmeyi düşünebilirsiniz.